16 Kasım 2012 Cuma

Gitmek


Ne güzel anlatmış yine Can Yücel;
Bu günlerde herkes gitmek istiyor
Küçük bir sahil kasabasına
Bir başka ülkeye, dağlara, uzaklara…
Hayatından memnun olan yok.
Kiminle konuşsam aynı sey…Her şeyi, herkesi bırakıp gitme isteği.
Öyle “yanına almak istedigi üç şey” falan yok.
Bir kendisi..
Bu yeter zaten.
Herşeyi, herkesi götürdün demektir..
Keşke kendini bırakıp gidebilse insan.
Ama olmuyor.
Hani kendimizden razıyız diyelim, öteki de olmuyor.
Yani herşeyi yüzüstü bırakmak göze alınmıyor.
Böyle gidiyoruz işte.
Bir yanımız “kalk gidelim”,
öbür yanımız “otur” diyor.
“Otur” diyen kazanıyor.
O yan kalabalık zira…
İş, güç, sorumluluk, çoluk çocuk, aile,
Güvende olma dugusu…
En kötüsü alışkanlık..
Alışkanlığın verdiği rahatlık,
Monotonluğun doğurduğu bıkkınlığı yeniyor.
Kalıyoruz…
Kuş olup uçmak isterken, ağaç olup kök salıyoruz.
Evlenmeler…
Bir çocuk daha doğurmalar…
Borçlara girmeler…
İşi büyütmeler…
Bir köpek bile bizi uçmaktan alıkoyabiliyor.
Misal ben…
Kapıdaki Rex’i bırakıp gidemiyorum.
Değil bu şehirden gitmek,
İki sokak öteye taşınamıyorum.
Alıp götürsem gelmez ki…
Bütün sokağın köpeği olduğunun farkında
Herkes onu o herkesi seviyor.
Hangi birimizle gitsin?
“Sırtında yumurta küfesi olmak” diye bir deyim vardır;
Evet, sırtımızda yumurta küfesi var hepimizin
Kendi imalatımız küfeler.
Ama eğreti de yaşanmaz ki bu dünyada.
Ölüm var zira.
Ölüme inat tutunmak lazım.
Bari ufak kaçışlar yapabilsek.
Var tabi yapanlar, ama az
Sadece kaymak tabakası
Hepimiz kaçabilsek…
Bütçe, zaman, keyif… Denk olsa.
Gün içinde mesela…
Küçücük gitmeler yapabilsek.
Ne mümkün!
Sabah 9, aksam 18
Sonra başka mecburiyetler
Sıkışıp kaldık.
Sırf yeme, içme, barınmanın bedeli,
Bu kadar ağir olmamalı.
Hayatta kalabilmek için bir ömür veriyoruz.
Bir ömür karşılığı, bir ömür yani.
Ne saçma…
Bahar mıdır bizi bu hale getiren? Galiba.
Ben her bahar aşık olmam ama
Her bahar gitmek isterim.
Gittiğim olmadı hiç.
Ama olsun… İstemek de güzel..

11 Ekim 2012 Perşembe

and God created 'Man' kind...!

Demin bir arkadaşımın erkekler hakkındaki bir yorumunu yorumsuz olarak paylaşıyorum :) ...

"Hiçbir soruya, hiçbir zayıflığa, hiçbir tek taraflı isteğe tahammülleri yok. O istediginde cevaplar, o istediğinde açıklama yapar, onun istediği zamanlarda film izlenir ve onun istediği zamanlarda yakınlaşılır..Ben kendi isteğimi söylediğimde ve bana nedensiz yere olumsuz döndüğünde suratımın düşmesi gibi bir lüksüm de olamaz..O zaman da sorunlu olurum.. Konuşmaya çalıştığımda ise, sorun yaratmaya çalıstığım anlaşıılırr..  Çok garipler. Weirdos."

10 Ekim 2012 Çarşamba

Minibüs/Dolmuş Sorunsalı

Her sabah minibüs ve dolmuş kullanarak işe gelen biri olarak, zaman zaman farklı enstantanelerle karşılaşıyorum.
Ama öncelikle minibüs ve dolmuş şoförlerine birkaç lafım olacak;

-Lütfen 1 km öteden yoldaki insanları kornayla taciz etmeyin, kör değiliz, binmek istersek işaret ediyoruz.
-Yolcu daha ikinci ayağını içeri atmadan hareket eden sayko şoförler, bir gün ciddi anlamda başınız belaya girecek.
-20 lira verince bozuk var mı diye sormayın. 20 lira zaten büyük bir para değil, sabahın köründe bozacak yer bulunmuyor, ayrıca bozuk olsa herhalde onu veririm. Yok deyince trip atıyorsunuz bir de..
-Kabataş-Nişantaşı dolmuş şoförleri için; dolmuş 1-2 kişi eksik de kalkabiliyorsa, o zaman manasızca dolsun diye beklemeyin. Sabahın 7'sinde zaten anca vapurdan inen insanlar dolmuşa biniyor, e vapur boşaldıktan ve etrafta insan kalmadıktan sonra hala kimi bekliyoruz?
-Bu en önemli madde; müzik zevkiniz herkesin zevki olmak zorunda değil. Bütün minibüs Yıldız Tilbe'ye eşlik etmek zorunda değiliz; ya da bu aralar delikanlı minibüs şoförleri elektronik müzikten çok keyif alıyor gördüğüm kadarıyla, elde sigara kol dışarıda, dirseğiyle dımtıs dımtıs ritm tutuyor falan, iyi güzel hoş da sesi biraz dozunda tutalım, müzik keyfimizi kendimizce yaşayalım olmaz mı?

Birkaç lafım da minibüs/dolmuş kullanan yolculara;

-Parayı şoföre iletmesini rica ettiğinizde oflayan poflayan yolcular, elinize mi yapışır? Minibüs zıpçık zıpçık giderken en arkadan öne kadar yürümek biraz zor oluyor haliyle..
-Senli benli takılan yolcular, ör: 'Şunu uzatır mısın?' diyen birine bir gün dönüp 'Pardon, tanışıyor muyuz?' diye cevap verip sonra ne olacağına bakacağım.
-Minibüse bindiği saniyede kendine yer verilsin diye aksi aksi bakan teyzeler, bekle bir ya, yaşlı olduğunun idrak edilmesi için en azından iki saniye ver.
-'Müsait bir yerde inebilir miyim?' i neredeyse fısıldayarak söyleyen, sonra da şoför durmuyor diye trip atan kişiler; ilk defa mı minibüse biniyorsun, sesin çıksın biraz.

Daha düşünsem bir sürü sayarım da şimdilik yeter bu kadar, çok doluyum valla bu konuda : )

3 Ekim 2012 Çarşamba

Fifty Shades of Grey


Aldım, okuyorum da...Bir yandan kitap hakkında yapılan bazı yorumlara acayip sinir oluyorum. Yok edebi yanı yokmuş, yok sanatsal derinliği yokmuş, çok kalıp ve basit cümleler kullanılmış.
Ya zaten kitabın arkasında 'erotik romans' yazıyor, ne bekliyor ki insanlar?
Nasıl ki chick-lit'ler, VC Andrews romanları da sadece kafa dağıtmak için ya da heyecanlı bir film izler gibi hissetmek için okunuyor, bu kitap da sapkın bir aşkı bol bol erotik/pornografik sahnelerle anlatan, bir kere okunup bir süre sonra adının bile hatırlanmayacağı bir kitap işte. Bir Nabokov'un Lolita'sını beklemesin kimse yani.

Ayrıca aklıma takılan bir nokta da, hadi Avrupa ve Amerika'da kadınların kitabı ne kadar beğendiklerini açıkca dile getirmelerini anlıyorum da, Türkiye'deki kadınların cinselliğin bu kadar açık anlatıldığı bir kitabı ne kadar beğendiklerini böyle rahat söyleyebilmelerine ben şaşırdım biraz.
Yanlış anlaşılma olmasın, bu kadar bastırılmış bir ülkede kadınların bu kitabı bayılarak okumasına hiç şaşırmadım. Ama herkesin namuslu takıldığı, evlenmeden önce olmaz kafalarının hala prim yaptığı, kadın sohbetlerinde bile herkesin konu cinselliğe gelince kendini çok saf göstermeye çalıştığı bir ülkede bu kitabın yorgan altında, ya da kapağının gizlenerek okunacağını düşünüyordum, yanılmışım..
Bu aralar birçok kadın kitabı okuduğunu, çok keyif aldığını yargılanma kaygısı duymadan gayet rahat dile getiriyor, kitabın neden hoşuna gittiğini açıkca konuşabiliyor. Belki de kafalar benim sandığımdan daha hızlı açılıyor, umarım öyledir.

11 Eylül 2012 Salı

Spor Sorunsalı

Spora gitmek ne zor, karar verilmesi ne komplike bir olaydır ya..
Önce bir heves spor salonuna yazılırsın, ay ne iyi ettim havuzu da var, özel dersleri de, hem evime de yakın, haftada dört gelmessem yuh bana dersin.
Sonra gider güzel güzel eşofmanlar, taytlar, koşu ayakkabıları, termos falan alırsın.
İlk gidersin, bir ölçer biçerler, yağ oranınız şu kadar, su oranınız bu kadar, kasa yüklenir yağları eritir 1 ayda taş gibi yaparız sizi diye gazı verirler.
İlk bir iki hafta süperdir, ooh bu hafta dört kere gittim, 500 gr. yağ kaybettim, hem ortam da süpermiş, dersler falan çok eğlenceli diye laylaylom takılırsın.
Sonra bir gün bi bakarsın, hava yağmurludur, işten çıkıp eve gitmek bile gözünde büyürken spora nasıl gidicem diye düşünürsün, ama sonra hemen aklından bu fikri çıkarıp hadi yürü yürü, gidince hoşuna gidiyor diye hafiften bir iteklersin kendini.
Bir süre de böyle itekleyerek devam ettikten sonra, yavaştan bahaneler yaratmaya başlarsın. En popülerleri, "bugün kendimi iyi hissetmiyorum, bir de spora gidersem direk hasta olurum", "bugün işte deli yoruldum, zaten oraya buraya koştur spor yapmış kadar oldum", "daha yeni fön çektirdim, duş falan saçım bozulacak, hem bugün akşam yemek te yemem eşitlemiş olurum".
Sonra bu bahanelere kendin bile inanmadığın için bu duraklama dönemine bir son verip 2. bir gaz dönemine girersin.
O ilkinden de kısa sürer, zira bu dönemden hemen sonra duraklamayı es geçip direk gerilemeye geçer, spor salonunun kapısını iki haftada bir görmeye başlarsın.

Zaten artık senelik üyeliğin de bitmek üzeredir, kalan son üç ayın yanması çok ta koymaz, bu spor salonu işi bana göre değilmiş, ben en iyisi bir koşu bandı alayım, hem evde Kuzey Güney izlerken mis gibi koşarım der, bandı beklerken üzerine yemeksepetinden bir iskender söylersin.

3 Eylül 2012 Pazartesi

İstemek Başarmanın Yarısıdır, hoho

Bu aralar çok şey yapmak istiyorum.

Mesela;

- Modern dansa devam etmek istiyorum
- Bloglarıma daha çok zaman harcamak istiyorum
- Yatak odamın perdelerini değiştirmek istiyorum
- Daha çok yemek yapmak, biriktirdiğim tarifleri denemek istiyorum
- Püskül'ü check-up'a götürmek istiyorum
- Dolabımı düzenlemek, giymediklerimi ayırmak istiyorum
- Bayram için tatil planı yapmak istiyorum
- Haftada 4 gün spora gidebilmek istiyorum
- Kot ve deri ceket satın almak istiyorum
- Mitolojiyi öğrenmeye başlamak istiyorum
- Gitmediğim bir ülkeye gitmek istiyorum
- Evimi yeniden dekore etmek istiyorum
- Her hafta en az 3 film izlemek istiyorum
- Fotoğrafçılık öğrenmek istiyorum
- Yemek kurslarına gitmek istiyorum
- Müzik arşivimi düzenlemek istiyorum
- Paten kaymak istiyorum
- Her hafta düzenli olarak kız arkadaşlarımdan biriyle buluşmak, bunu hiç aksatmamak istiyorum

İstiyorum da istiyorum !

28 Ağustos 2012 Salı

Başarılı Bi Konsept


Buse'nin demin gönderdiği bu fotoğraf şu yağmurlu ve sıkıcı iş gününde içimi açtı, paylaşmak istedim.
Ne kadar basit ama değişik ve keyifli bir restoran fikridir bu?
Bizim Ege sahillerinde niye böyle şeyler yapmazlar, ya da var da ben mi bilmiyorum?

22 Ağustos 2012 Çarşamba

Sun is Shining, The weather is Sweet. Make You Want to Move Your Dancing Feet!

Tatil bitti, tadı da damağıma yapıştı kaldı. Yapılan tatilin en az 2 hafta olması gerektiğini hala savunuyorum. 1 hafta tatil yapınca da adapte olamıyorum ki işe, hiç değilse tatilimin tadını uzun uzun çıkarayım. Neyse buna da şükür, tam istediğim gibi çok güzel ve dinlendirici, aynı zamanda atraksiyonu da bol bir tatil oldu benim için. Tatil arkadaşımın da hem arkadaşım hem sevgilim olması ayrı bir tatlılık kattı bu tatile :)
Ama tabii ki bu tatil de yetmediği gibi bir de yeni tatil organizasyonlarının gazını verdi. Daha tatilden dönmeden bir sonraki tatillerde nereye gideriz'i konuşur oldum.
İlk işe başladığımız zamanlarda her tatil dönüşü yaptığımız 'ufak bir yere taşınmak, kendi domateslerimi yetiştirmek istiyorum' geyikleri ise yerini daha realistik kararlara bıraktı;
'daha çok tatil yapmak, mümkün olan her seferde kaçmak.'
Kısa, uzun, haftasonu kaçış, yurtiçi, yurtdışı farketmez, önemli olan uzaklaşmak. Monoton ve stresli şehir hayatından ufak ta olsa kaçmak, kafayı yenilemek, en önemlisi de her kaçışın sonunda yeni bir tanesi için heveslenmek, plan yapmak, heyecanlanmak, beklemek.
Ne demişler; hepimiz tatil için çalışıyoruz !  :)

14 Ağustos 2012 Salı

Before Execution

Böyle bir site var, idam mahkumlarının son sözlerinden örnekler var;

http://www.trutv.com/library/crime/

Benim ilgimi çeken bazıları;
 
 
You are about to witness the execution of a wrongly convicted and innocent man. The state broke its own law in destroying DNA evidence in my case so I could not prove my innocence. To my wife and family, I want to say I love you all and that's it.

— Robert Waterhouse, executed in Florida on February 15, 2012
 
 
 
"I'm sorry. I don't ever expect you to forgive me. I really am sorry."

—John Forrest Parker, executed in Alabama on June 10, 2010
 
 
 
"I hope it helps his family, son and loved ones. This has been a long journey, one of enlightenment. It's not the end. It's only the beginning."

—George Alarick Jones, executed in Texas on June 2, 2010
 
 
 
 
"I was in there now thinking about how we grew up. You know how we grew up in the same house. We need to start loving each other like we used to. I'm going to be OK. Y'all take care of yourself ... May God have mercy on my soul." As the lethal injection began, Cannady continued,"I thought it was going to be harder than this. I am ready to go. I'm going to sleep now. I can feel it. It's affecting me."

—Rogelio Reyes Cannady, executed in Texas on May 19, 2010
 
 
 
"I didn't take the lives of Joyland Morgan and her son Kewan. My attorney failed me. It's a tragedy. I'm an innocent man. To my family, I love you."

—Julius Young, executed in Oklahoma on January 14, 2010
 
 
Bir de şöyle bir site var; http://deadmaneating.blogspot.com
 
İdamdan önce mahkumların son yemek istekleri.
Tabii bunları istedikten sonra o kafayla gerçekten ne kadar ağız tadıyla yiyebiliyorlardır, orasını daha çok merak ettim.
 
 

27 Temmuz 2012 Cuma

Fatmagül'ün Suçu Ne !!

Kıvanç Tatlıtuğ ve Beren Saat oynadıkları dizilerde bölüm başına 50 bin TL para alıyorlarmış. ABD'deki dizi oyuncularının aldığı rakamın yarısının yarısıymış bu para. Bu yüzden haberin başlığı da şöyle olmuş: 'Sanki Sakız Parasına Çalışıyorlar' .

Şimdi bir hesap yapalım; öhöm.
4 senelik üniversite mezunu, kimi zaman master'lı, 2 yabancı dil bilen, ortalama 3-4 senelik iş deneyimi olan, standart bir kurumsal firmada çalışan gencin aylık maaşına ortalama 2.500 - 3.000 TL diyelim.

Kıvanç Tatlıtuğ ve Beren Saat'in aylık maaşı: bir ayda 4 bölüm çekiliyorsa, 200.000 TL
Yani; Kıvanç ve Beren'in maaşı, standart gencin maaşının: 200.000 / 2500 = 80 katı.

Yani standart gencin Kıvanç veya Beren'in bir ayda aldığı parayı alabilmesi için 6,6 sene çalışması gerekiyor.

Bu bir haber olsaydı, başlığı ne olurdu?
Hadi alternatifler düşünelim;

'Gençler çalışmak için neredeyse üstüne para verecekler'
'Gençler beleşe çalışmayı niye bu kadar çok seviyor?'
'Gençler artık parasız çalışıyor!'
'Artık parasız çalışan gençler, mesaiye kalmak isterlerse saat başına ücret ödüyorlar'


26 Temmuz 2012 Perşembe

Alışkanlık falan..

Bir insana alışmak çok ince bir çizgi. Anlamıyorsun bile ne ara, nasıl alıştığını. Bazen de tam alıştığını sanıyorsun, sonra bir bakıyorsun ki yok ııh henüz değil. Alışmaktan kastım, rahat etmek onlayken, konuşacak birşey bulmakta zorlanmamak, her ağzından çıkana, her yaptığın harekete fazla kafa yormamak, arkadaş olmak sevgililiğin yanında, en önemlisi de yanındayken hissettiğin tatlı paniklerin, heyecanların yerini huzura, mutluluğa, biraz da gevşekliğe bırakması.
Alışmanın bazen çok tatlı bazen de kötü yanları olabiliyor. Önce kötü yanlarından başlayayım; ilk zamanlarda parmakların kopana kadar mesajlaşmak için elinden düşürmediğin telefon artık yanında sakin sakin durmaya başlıyor. Çok özenle seçtiğin kelimelerini artık o kadar da ince eleyip sık dokumuyorsun. Başlarda herkesten gizlemenin verdiği heyecan, artık herkesin bilmesiyle sona eriyor. İlk elele tutuşma, ilk öpüşme, ilk seni seviyorum'un flashback'leri o kadar sık gelmiyor. 
Tatlı yanları ise şöyle ki; bir ilişkinin başında hissettiğin mide krampları, kalp çarpıntıları azalıyor ama tam sen de artık bunlardan biraz yorulmuşken. Oh be diyorsun, onları da yaşadım, şimdi en güzel, huzurlu, tadını keyifle çıkarabileceğimiz zamanlara geldim. Yine buluşmadan önce güzelleşiyorsun, ama ilk buluşmalarda kırk tane kıyafet denerken, artık biraz daha rahat davranabiliyorsun, bir giydiğini ikinci kez giyerken çok takılmıyorsun. Karşındaki insanı artık biraz daha tanıdığın için kavrıyorsun neden o hareketi yaptığını, ya da neden o sözü söylediğini. Anlamlandırabiliyorsun, üstünde fazla durmuyorsun ufak şeylerin. İlk başlarda beraberken sadece flörtöz konuşmalar yaparken artık daha ciddi, daha uzun muhabbetler yapabiliyor, aralarına da flörtü katıyorsun. Plan yapıyorsun, şunu yapalım, buraya gidelim diyorsun, biz demeye başlıyorsun. Hayatındaki ufacık değişikliği, olayı hemen onunla paylaşmak istiyorsun, aslında işin özeti sevgili-arkadaş oluyorsun.
İlişkilerin en başları tabii ki çok güzel, çok heyecanlı ama sanırım ben part 2'yi daha çok seviyorum. Yeter ki bu part mümkün olduğunca uzun sürsün, hatta mümkünse hiç bitmesin.

23 Temmuz 2012 Pazartesi

Bu Aralar Hazzettiklerim Vol. 1

Dut ve incir yemek, vişne likörü yapmak, taze böğürtlenle yapılabilen içki karışımları araştırmaktan;
Her sabah heyecanla öğle arasında ne yapsak programı yapmaktan;
Evin pencerelerini açıp, püfür püfür esen rüzgarlı odada uyumaktan;
Pazar günü sabahtan tek başına havuza gidip, en güzel yeri kapıp, kitap okumak, yemek yemek,
yüzmek, uyumak dörtgeninde akşama kadar takılmaktan;
Günün en sıcak saatinde sevgiliyle evde serin serin film seyretmekten;
Tatil programı yapmak, tatil alışverişi yapmak, tatili düşünüp heyecanlanmaktan;
Her sabah ilk muhattap olunan kişinin, portakal suyunun soğuğundan seçip veren güleryüzlü büfeci olmasından;
Üstüste iki gün spora gittikten sonra yaşanan haz duygusundan;
Mad Men, Prison Break ve Alcatraz'a yeni başlayıp biriken bölümleri art arda izlemekten;
Yemek bloglarında gezinmekten;
Draw Something oynamaktan;
İki haftada bir ritüel haline gelen Yuduw yemeği için yeni mekan araştırmaları yapmaktan;
Artık yakın olduğum insanları mutlu insanlar arasından seçtiğimi farketmekten;

bu aralar pek hazzediyorum.

21 Temmuz 2012 Cumartesi

Are they too comfortable or are we out of our minds?

Dün bir arkadaşımla konuşurken şunu tekrar farkettik ki, bazı insanlar gerçekten çok umarsız, rahat, hatta biraz da bencilce yaşıyor insan ilişkilerinde.
Bizse tam tersi pimpirik, heyecanlı, 'aman ayıp olmasın' lı yaşıyoruz sürekli. Birisi bizden bir haber mi bekliyor, aman hemen verelim. Üç dört kişilik bir kadın sohbetinde laf mı tükendi, aman muhabbeti canlı tutalım, hemen yeni bir topic bulmaya çalışalım; önümüzdeki kadın dolmuşta mısır yiyor, biz ağzımızdaki sakızdan acaba oruçlulara ayıp olur mu diye düşünüyoruz. Yok ona şunu dersem bozulur mu, yok buna bunu ne şekilde desem de ayıp olmasa..
Sonra da n'oluyor, birileri gayet umursamaz gayet rahat ağzına geleni söyleyebiliyor, 'ben sana üç saat sonra bildiririm yarın ne yapacağımızı' diyebiliyor, susuyor, kahvesinden yudumluyor, duraklayan muhabbeti açmaya uğraşmıyor bile, nasılsa karşısındaki herşeyi kendi sorumluluğunda zannedip bu görevi onun için üstlenecek.
Bizim için çok yorucu, karşı taraf için ise çok rahatlatıcı, fazla ince düşünmek zorunda kalmayacağı insan ilişkileri çıkıyor böylelikle ortaya. Peki niye böyle yapıyoruz? Karakter, aile bilmiyorum. Psikolojik bir irdelemeye girilirse kesin bir sürü şey çıkar altından ama bu durumun en fena tarafı da, kendimize bizim davrandığımız gibi davranılmadığında bozuluyoruz bir de.. Ben en basit şeye bu kadar kafa yorup doğru davranmaya çalışırken karşımdaki nasıl olur da düşünmez bunları diye.
Ha buradan, kime neye göre doğru deyip bambaşka bir kendi kendime tartışma konusu da açabilirim ama yoruldum sabah sabah, hadi yetti bu kadar iç hesaplaşma, sevgiler.

17 Temmuz 2012 Salı

Bu Aralar Hazzetmediklerim Vol.1

  • Hoşlandığı çocuktan bahsederken çocuğun daha ismini söylemeden çalıştığı mevkiiyi ve araba markasını söyleyen kızlardan;
  • Telefon açıp müsait misin falan diye sormadan hayatında son birkaç günde neler olduğunu anıları ile de pekiştirerek en ince ayrıntısına kadar anlatanlardan;
  • Sigara içmiyorum ayağı yapıp her gün düzenli olarak iki sigara otlananlardan;
  • Mantığı iki tarafın birbirini tanımaya çalışması olan ilk buluşmada, sürekli kendinden bahsedip karşısındakine tek bir soru sormayanlardan;
  • Minibüste parasını şoföre göndertmek için omuzdan dürtenlerden;
  • Metrobüsteki haftada bir duş yapan yurdum delikanlılarından;
  • Spor salonunun soyunma odasında çırılçıplak gezinen ve acaba biz diğer kızlar onun vücudunun en ince ayrıntılarını görmekten rahatsız olur muyuz diye düşünmeyen teşhirci kızlardan;
  • Gözünün içine bakmadan konuşan insanlardan;
  • Son zamanlarda her yerde türemiş ve gördükleri anda üzerinize doğru depar atarak gelen sosyal sorumluluk kuruluşları çalışanlarının tacizlerinden;
  • Bacaklarının şekline şemaline bakmadan don modeli şort giyen kızlardan;
  • Beyaz gömleklerinin içinden gözümüzü alan beyaz atletlerini esirgemeyen erkeklerden
         bu aralar pek hazzetmiyorum.



12 Temmuz 2012 Perşembe

Marmaris

Ağustos'ta hayatımda ilk defa Marmaris'e gidiyorum. Yeni bir yere gitmeden önceki klasik araştırmalarım ışığında Marmaris hakkında ilgimi çeken bilgiler şu şekilde oldu;

İlk adı Fiskos'muş.
Barlar sokağındaki shot barları çok sevilirmiş.
Havaalanı Dalaman'daymış. :)
Habire deprem oluyormuş.
Yerli halkının çoğunluğu esmermiş.
Bodrum gibi onun da bir kalesi varmış.
Oğlağı, votkası ve rusu meşhurmuş.
Armutalan, İçmeler ve Uzunyalı gibi bir çok koyları mevcutmuş.
Sokakları pek ciciymiş.
Tasty Bites isimli Türkiye'nin en güzel kumpircisi buradaymış.
 Marmaris'in ünlü çam balı varmış.
Gece hayatı türk kadınları için leş, türk erkekleri için ise cennet imiş.
İstanbul'da her yerde olan Marmaris Büfe Marmaris'te bulunmuyormuş.
(En çok ilgimi çeken bu madde oldu :))

Yukarıdaki şu iki görüntüden şimdiden yeterince ısındım aslında.
Bir de şşş faktörünün etkisi var tabii ...
Dönüşümde olumlu / olumsuz izlenimlerim ile karşınızda olacağım, sevgiler.

11 Temmuz 2012 Çarşamba

Küçük Şeylerle Mutlu Olan Minik Elif

Sabahları vapurla işe gitmeye başladım. Ya ne güzel ne keyifli bir olaymış bu.. Hemen ritüelimi geliştirdim bile. Bir kere bu sayede yarım saat daha fazla uyuyabiliyorum artık. Yani uyanış saatim 06:00'dan 06:30'a terfi etti..Yarım saat deyip geçmeyin, o altıda çalan saati yarım saat ertelemenin hazzı çok az şeyde vardır. Kadıköy vapur iskelesinin yanındaki süper tost yapan büfeden tostumu ve sıkma portakal suyumu alıyorum, vapurun dış kenarına oturuyorum. Kulağımda müziğim, elimde tostum, diğer elimde Hürriyet açık telefonum, biraz gazete biraz manzara, mutlu ve püfür püfür geliyorum vapurumla.

Tek gerçekleştiremediğim vapur fantezim ise bu esnada ayaklarımı denizin içine sokabilmek. Yukarıda görülebileceği üzere bunu gerçekleştirebilmek için bacaklarımın iki metre falan daha uzun olması gerekiyor sanırım...Napalım, bu kadarı da güzel : )

6 Temmuz 2012 Cuma

Accessories Organizer


Bir süredir takılarımı nasıl düzenli bir halde muhafaza edebileceğim ve aynı zamanda şık bir görüntü yakalayabileceğimi düşünüyorum.
Aşağıdaki örnekler benim çok hoşuma gitti, hem de gayet kolay yapılabilirler.

 










3 Temmuz 2012 Salı

The Best Margarita Ever!


En güzel margarita tarifi için buyrun;
1 kişilik

1 tekila bardağı : 1 ölçü

1 ölçü cointreau
1 ölçü lime suyu (yoksa normal limon da olur)
1 ölçü tekila

Herşey eşit yani.. Hepsini büyük buzlar ile bir güzel shake ediyoruz; kenarlarını önce limon ile yapışkan hale getirip tuz sürdüğümüz margarita bardağımıza servis ediyoruz.

27 Haziran 2012 Çarşamba

Home Exchange

Bu Home Exchange nasıl güzel bir sistemdir ya.. Hani dünyanın bir ucundan biriyle evinizi değiş tokuş yapmak. Siz onun evinde kalırken, o da sizin evinizde kalıyor. Biraz sitede dolaşıyorum da muhteşem evler var;




Örneğin soldaki Arjantin'den.


Sonra soldaki muhteşem ev Güney Afrika Cape Town'dan.












Sağdaki ise Costa Rica'dan.









Yalnız benim anlamadığım, bu evlerin sahipleri İstanbul'a tatile gelmek istediklerinde, bizim dar, küçük camlı, bahçesiz ve terassız evlerimizle yetiniyorlar mı? Üstüne para falan da istemeden bu muhteşem evlerini bizimkilerle takas yapıyorlar mı yani? Yoksa bir denge unsuru aranıyor mu? Ama aransa da bunlara denk gelebilecek evler anca Boğaz'daki yalılar olabilir ki, onlardan da kaç tanesinin sahibi böyle bir exchange olayına girer ki? Malum bizim zenginler otel severler..Neyse, bilmiyorum ama günün birinde daha güzel bir evim olursa bu sistemi kesinlikle denemek istiyorum.

* Fotoğraflar evdegistokusu.com sitesinden alınmıştır.

Hayatımdan bir kare


Yukarıdaki resmin benzer versiyonlarını ben de çoğu zaman evimde verdiğimden çok hoşuma gitti.

Şarap, yemek, kedi, dağınık topuz, çıplak ayaklar, bir de sanki kitap okuyormuş gibi duruyor ama okumuyor, ben yine de hayali bir kitap da katıyorum bu kareye :)

26 Haziran 2012 Salı

Yımırtam taze olsun..


Saray'ın ilk bakışta güzel görünen ama aslında çok fakir ve yavan olan kahvaltısını geliştirme çabalarım sürüyor. Senelerin Saray'ı madem ki kahvaltısını geliştirmeyi bu kadar zamandır düşünmemiş, o zaman yardım eli uzatmak lazım diyerek yumurta ile işe başladım.
Yumurtayla ilgili en önemli kural: Yumurta sadece haşlanmış veya yağda yapılmaz. Kahvaltı tabağında yumurta veriyorsan önce nasıl istediğimi sorarsın, direk fazla haşlanmaktan sarısı yeşile kaymış yumurtayı önüme getirmessin. Her neyse, nitekim bir kaç gidiş sonrası bir scrambled eggs isteyemesem de en azından rafadan veya kayısı isteğimi belirttiğimde yumurtam önüme doğru şekilde geliyor..
Bir sonraki adımım domates ve salatalıkların zeytinyağı, kırmızı biber ve kekik üçlüsüne bulanmış şekilde gelmeleri yönünde atılacak. Sonra peynirler ve ekmek çeşitlerine de el atmayı düşünüyorum ama bakalım, ufak ufak..

If Jonathan goes to shopping..!


Sabahın 6'sında bu martı beni çok güldürdü. Ciddi ciddi tencereleri tavaları inceliyordu bir mağazanın önünde.
Sanırım aklından şöyle birşeyler geçiyordu, "hmm düdüklüyü alsam belki biraz maliyetli olur ama uzun süre dayanır, şu tavalar da paslanmaz çelik galiba.." Bilemiyorum ama güne gülerek başlamamı sağladığı kesin. : )