16 Kasım 2012 Cuma

Gitmek


Ne güzel anlatmış yine Can Yücel;
Bu günlerde herkes gitmek istiyor
Küçük bir sahil kasabasına
Bir başka ülkeye, dağlara, uzaklara…
Hayatından memnun olan yok.
Kiminle konuşsam aynı sey…Her şeyi, herkesi bırakıp gitme isteği.
Öyle “yanına almak istedigi üç şey” falan yok.
Bir kendisi..
Bu yeter zaten.
Herşeyi, herkesi götürdün demektir..
Keşke kendini bırakıp gidebilse insan.
Ama olmuyor.
Hani kendimizden razıyız diyelim, öteki de olmuyor.
Yani herşeyi yüzüstü bırakmak göze alınmıyor.
Böyle gidiyoruz işte.
Bir yanımız “kalk gidelim”,
öbür yanımız “otur” diyor.
“Otur” diyen kazanıyor.
O yan kalabalık zira…
İş, güç, sorumluluk, çoluk çocuk, aile,
Güvende olma dugusu…
En kötüsü alışkanlık..
Alışkanlığın verdiği rahatlık,
Monotonluğun doğurduğu bıkkınlığı yeniyor.
Kalıyoruz…
Kuş olup uçmak isterken, ağaç olup kök salıyoruz.
Evlenmeler…
Bir çocuk daha doğurmalar…
Borçlara girmeler…
İşi büyütmeler…
Bir köpek bile bizi uçmaktan alıkoyabiliyor.
Misal ben…
Kapıdaki Rex’i bırakıp gidemiyorum.
Değil bu şehirden gitmek,
İki sokak öteye taşınamıyorum.
Alıp götürsem gelmez ki…
Bütün sokağın köpeği olduğunun farkında
Herkes onu o herkesi seviyor.
Hangi birimizle gitsin?
“Sırtında yumurta küfesi olmak” diye bir deyim vardır;
Evet, sırtımızda yumurta küfesi var hepimizin
Kendi imalatımız küfeler.
Ama eğreti de yaşanmaz ki bu dünyada.
Ölüm var zira.
Ölüme inat tutunmak lazım.
Bari ufak kaçışlar yapabilsek.
Var tabi yapanlar, ama az
Sadece kaymak tabakası
Hepimiz kaçabilsek…
Bütçe, zaman, keyif… Denk olsa.
Gün içinde mesela…
Küçücük gitmeler yapabilsek.
Ne mümkün!
Sabah 9, aksam 18
Sonra başka mecburiyetler
Sıkışıp kaldık.
Sırf yeme, içme, barınmanın bedeli,
Bu kadar ağir olmamalı.
Hayatta kalabilmek için bir ömür veriyoruz.
Bir ömür karşılığı, bir ömür yani.
Ne saçma…
Bahar mıdır bizi bu hale getiren? Galiba.
Ben her bahar aşık olmam ama
Her bahar gitmek isterim.
Gittiğim olmadı hiç.
Ama olsun… İstemek de güzel..

11 Ekim 2012 Perşembe

and God created 'Man' kind...!

Demin bir arkadaşımın erkekler hakkındaki bir yorumunu yorumsuz olarak paylaşıyorum :) ...

"Hiçbir soruya, hiçbir zayıflığa, hiçbir tek taraflı isteğe tahammülleri yok. O istediginde cevaplar, o istediğinde açıklama yapar, onun istediği zamanlarda film izlenir ve onun istediği zamanlarda yakınlaşılır..Ben kendi isteğimi söylediğimde ve bana nedensiz yere olumsuz döndüğünde suratımın düşmesi gibi bir lüksüm de olamaz..O zaman da sorunlu olurum.. Konuşmaya çalıştığımda ise, sorun yaratmaya çalıstığım anlaşıılırr..  Çok garipler. Weirdos."

10 Ekim 2012 Çarşamba

Minibüs/Dolmuş Sorunsalı

Her sabah minibüs ve dolmuş kullanarak işe gelen biri olarak, zaman zaman farklı enstantanelerle karşılaşıyorum.
Ama öncelikle minibüs ve dolmuş şoförlerine birkaç lafım olacak;

-Lütfen 1 km öteden yoldaki insanları kornayla taciz etmeyin, kör değiliz, binmek istersek işaret ediyoruz.
-Yolcu daha ikinci ayağını içeri atmadan hareket eden sayko şoförler, bir gün ciddi anlamda başınız belaya girecek.
-20 lira verince bozuk var mı diye sormayın. 20 lira zaten büyük bir para değil, sabahın köründe bozacak yer bulunmuyor, ayrıca bozuk olsa herhalde onu veririm. Yok deyince trip atıyorsunuz bir de..
-Kabataş-Nişantaşı dolmuş şoförleri için; dolmuş 1-2 kişi eksik de kalkabiliyorsa, o zaman manasızca dolsun diye beklemeyin. Sabahın 7'sinde zaten anca vapurdan inen insanlar dolmuşa biniyor, e vapur boşaldıktan ve etrafta insan kalmadıktan sonra hala kimi bekliyoruz?
-Bu en önemli madde; müzik zevkiniz herkesin zevki olmak zorunda değil. Bütün minibüs Yıldız Tilbe'ye eşlik etmek zorunda değiliz; ya da bu aralar delikanlı minibüs şoförleri elektronik müzikten çok keyif alıyor gördüğüm kadarıyla, elde sigara kol dışarıda, dirseğiyle dımtıs dımtıs ritm tutuyor falan, iyi güzel hoş da sesi biraz dozunda tutalım, müzik keyfimizi kendimizce yaşayalım olmaz mı?

Birkaç lafım da minibüs/dolmuş kullanan yolculara;

-Parayı şoföre iletmesini rica ettiğinizde oflayan poflayan yolcular, elinize mi yapışır? Minibüs zıpçık zıpçık giderken en arkadan öne kadar yürümek biraz zor oluyor haliyle..
-Senli benli takılan yolcular, ör: 'Şunu uzatır mısın?' diyen birine bir gün dönüp 'Pardon, tanışıyor muyuz?' diye cevap verip sonra ne olacağına bakacağım.
-Minibüse bindiği saniyede kendine yer verilsin diye aksi aksi bakan teyzeler, bekle bir ya, yaşlı olduğunun idrak edilmesi için en azından iki saniye ver.
-'Müsait bir yerde inebilir miyim?' i neredeyse fısıldayarak söyleyen, sonra da şoför durmuyor diye trip atan kişiler; ilk defa mı minibüse biniyorsun, sesin çıksın biraz.

Daha düşünsem bir sürü sayarım da şimdilik yeter bu kadar, çok doluyum valla bu konuda : )

3 Ekim 2012 Çarşamba

Fifty Shades of Grey


Aldım, okuyorum da...Bir yandan kitap hakkında yapılan bazı yorumlara acayip sinir oluyorum. Yok edebi yanı yokmuş, yok sanatsal derinliği yokmuş, çok kalıp ve basit cümleler kullanılmış.
Ya zaten kitabın arkasında 'erotik romans' yazıyor, ne bekliyor ki insanlar?
Nasıl ki chick-lit'ler, VC Andrews romanları da sadece kafa dağıtmak için ya da heyecanlı bir film izler gibi hissetmek için okunuyor, bu kitap da sapkın bir aşkı bol bol erotik/pornografik sahnelerle anlatan, bir kere okunup bir süre sonra adının bile hatırlanmayacağı bir kitap işte. Bir Nabokov'un Lolita'sını beklemesin kimse yani.

Ayrıca aklıma takılan bir nokta da, hadi Avrupa ve Amerika'da kadınların kitabı ne kadar beğendiklerini açıkca dile getirmelerini anlıyorum da, Türkiye'deki kadınların cinselliğin bu kadar açık anlatıldığı bir kitabı ne kadar beğendiklerini böyle rahat söyleyebilmelerine ben şaşırdım biraz.
Yanlış anlaşılma olmasın, bu kadar bastırılmış bir ülkede kadınların bu kitabı bayılarak okumasına hiç şaşırmadım. Ama herkesin namuslu takıldığı, evlenmeden önce olmaz kafalarının hala prim yaptığı, kadın sohbetlerinde bile herkesin konu cinselliğe gelince kendini çok saf göstermeye çalıştığı bir ülkede bu kitabın yorgan altında, ya da kapağının gizlenerek okunacağını düşünüyordum, yanılmışım..
Bu aralar birçok kadın kitabı okuduğunu, çok keyif aldığını yargılanma kaygısı duymadan gayet rahat dile getiriyor, kitabın neden hoşuna gittiğini açıkca konuşabiliyor. Belki de kafalar benim sandığımdan daha hızlı açılıyor, umarım öyledir.

11 Eylül 2012 Salı

Spor Sorunsalı

Spora gitmek ne zor, karar verilmesi ne komplike bir olaydır ya..
Önce bir heves spor salonuna yazılırsın, ay ne iyi ettim havuzu da var, özel dersleri de, hem evime de yakın, haftada dört gelmessem yuh bana dersin.
Sonra gider güzel güzel eşofmanlar, taytlar, koşu ayakkabıları, termos falan alırsın.
İlk gidersin, bir ölçer biçerler, yağ oranınız şu kadar, su oranınız bu kadar, kasa yüklenir yağları eritir 1 ayda taş gibi yaparız sizi diye gazı verirler.
İlk bir iki hafta süperdir, ooh bu hafta dört kere gittim, 500 gr. yağ kaybettim, hem ortam da süpermiş, dersler falan çok eğlenceli diye laylaylom takılırsın.
Sonra bir gün bi bakarsın, hava yağmurludur, işten çıkıp eve gitmek bile gözünde büyürken spora nasıl gidicem diye düşünürsün, ama sonra hemen aklından bu fikri çıkarıp hadi yürü yürü, gidince hoşuna gidiyor diye hafiften bir iteklersin kendini.
Bir süre de böyle itekleyerek devam ettikten sonra, yavaştan bahaneler yaratmaya başlarsın. En popülerleri, "bugün kendimi iyi hissetmiyorum, bir de spora gidersem direk hasta olurum", "bugün işte deli yoruldum, zaten oraya buraya koştur spor yapmış kadar oldum", "daha yeni fön çektirdim, duş falan saçım bozulacak, hem bugün akşam yemek te yemem eşitlemiş olurum".
Sonra bu bahanelere kendin bile inanmadığın için bu duraklama dönemine bir son verip 2. bir gaz dönemine girersin.
O ilkinden de kısa sürer, zira bu dönemden hemen sonra duraklamayı es geçip direk gerilemeye geçer, spor salonunun kapısını iki haftada bir görmeye başlarsın.

Zaten artık senelik üyeliğin de bitmek üzeredir, kalan son üç ayın yanması çok ta koymaz, bu spor salonu işi bana göre değilmiş, ben en iyisi bir koşu bandı alayım, hem evde Kuzey Güney izlerken mis gibi koşarım der, bandı beklerken üzerine yemeksepetinden bir iskender söylersin.